İpek Yolu Haber Ajansı

CHP LİDERİ KILIÇDAROĞLU, MALTEPE EKONOMİ FORUMU’NDA KONUŞTU

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Maltepe Belediyesi’nin düzenlediği Maltepe Ekonomi Forumu’nda yaptığı konuşma şöyle:



Efendim hepinize merhabalar. ‘Ekonomide Yeni Arayışlar’ aslında başlık çok güzel. İçinde bulunduğumuz sorunları nasıl aşabiliriz? Nasıl aşacağımız konusunda da oturup hep birlikte tartışmamız gerekiyor, konuşmamız gerekiyor. Yeni bir yol haritasına mı ihtiyacımız var, yeni bir yola, yönteme mi ihtiyacımız var bunu oturup konuşacağız diye düşündük.

Dün öğleden sonra bütün toplantıları izleme şansım oldu. Şans diyorum çünkü gerçekten olağanüstü güzel görüşler ortaya kondu, öneriler geldi. Bütün bunların tümünü kendi zihin dünyama kaydettim. Yeni arayışlar… Çünkü içinde bulunduğumuz koşullar yeni yolları aramamızı zorunlu kılıyor. Kimden yararlanıyoruz? Akademik dünyadan. Kimden yararlanıyoruz? Geçmişte bu alanda çalışan uygulamacılardan, eski bürokratlardan. Kimden yararlanıyoruz? Üç büyük kentte görev yapan Büyükşehir Belediye Başkanlarımız, onlar da buralarda düşüncelerini biraz sonra sizlerle paylaşacaklar.

Değerli arkadaşlarım, her şeyi ben bilirim mantığından çıkıp, birlikte sorunlara çözüm üretebiliriz sürecini başlatmak belki de bu toplantının ana temasıdır. Yani biz burada hep beraber bir sorunla karşılaşmışız ve bu sorunu aşmak için de birlikte çözüm üretmeye çalışıyoruz. Belki akademik dünya her birisi kendi penceresinden baktı ama olayları bir araya getirince ortaya sağlıklı, tutarlı yol ve yöntemler bir şekliyle çıkıyor.

Ben izin verirseniz izlediğim toplantılarda hocalarımın ifade ettiği bir iki cümleden yararlanarak düşüncelerimi sizlerle paylaşmak isterim. Kamil Yılmaz Hocamız, “ekonomideki her kriz ya da kırılmadan sonra yeni bir başlangıç yapıyoruz” diye bir cümle kurdu. Belli dönemlerde belli çıkışlarımız var, o çıkışlardan sonra bir kırılma yaşıyoruz, kırılmadan sonra tekrar yeniden başlıyoruz, yeniden ekonomiyi düzeltmek için mücadele ediyoruz ve yeni yol arayışlarını tekrar kendi zihin dünyamızda olgunlaştırmaya çalışıyoruz.

Eğer bir ekonomi kurumsallaşmışsa, siyaset kurumu kurumsallaşmışsa aslında bu tür sıfırdan yeni başlangıçlara ihtiyacımız yok. Dikkat ederseniz; sıfırdan, yeniden başlarken kullandığımız bir cümle var, siyaset dünyasının kullandığı bir cümle var. Yeni bir beyaz sayfa açacağız. Ne demek? Çünkü kullandığımız sayfa o kadar çok kirlendi ki yeni bir sayfayla başlamak zorundayız. Soru ne? Sayfayı kirletenler kimler? O başlangıç yaptığımız ve bir süre sonra tamamen yok ettiğimiz ve yeni bir sayfa açmak zorunda kaldığımız süreci başlatanlar kimler? Eğer siyaset kurumu gerçekten görevini yapabilseydi belki böyle bir cümleye ihtiyacımız olmayacaktı. Birinci temel sorunlarımızdan birisi bu değerli arkadaşlar.

Bir şey daha var yeni sayfa açmada. Tek başına iktidar olanların bir süre sonra siyaset arenasından çekildiğini görüyoruz. Kurumsallaşmış bir siyasal yapının eksikliğini hep birlikte hissediyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi dışında iktidar olup da varlığını sürdüren siyasi parti hemen hemen hiç yok. O zaman bunun da sorgulanması lazım. Neden iktidar oluyorlar, bir süre ülkeyi yönetiyorlar ve bir süre sonra ayrılıyorlar ve bizim tarihteki yerlerini almak üzere görevlerini sonlandırıyorlar? Ve biz bu siyasal yapıyı böyle sürdürecek miyiz? Bu da bizim önümüzdeki ciddi sorunlardan birisi değerli arkadaşlarım.

Siyasette liyakatin olmaması, vaat edilenle iktidara geldikten sonra gerçekleşenlerin taban tabana zıt olması başka bir soruyu gündeme getiriyor. Devlette liyakatin de zaman içinde bozulduğunu görüyoruz. Liyakat dediğimiz kavram önemli, devleti aslında var eden kavramdır bürokrasidir, ama bürokrasinin de zaman içinde aşındığını ve yozlaştırıldığını görüyoruz, hep birlikte bunun da tanığıyız değerli arkadaşlarım.


Kamil Yılmaz Hocamız bir cümle daha kurdu, “asıl sorun denetlenmeyen siyaset, siyasi partiler yasası” diye. Şu soruyu sormamız gerekiyor: Siyasi partiler yasası kimden miras kaldı bize? Bir darbe sonrasında. Yani 12 Eylül darbesinden sonra anayasa başta olmak üzere siyasetimizi oluşturan yasaların temel düşüncesini darbeciler oluşturdu. Biz buna darbe hukuku diyoruz kendi siyasi görüşümüze göre. Sadece siyasi partiler yasasının değil darbe hukukunu içinde barındıran bütün yasaların darbe hukukundan arındırılmasını istiyoruz, anayasa başta olmak üzere. Eğer kendi hukuk sistemimizden darbe hukukunu ayıklamazsak çağdaş ülkelerde olduğu gibi sağlıklı, tutarlı bir demokrasiyi inşa etme şansımız yok. İnşa etmenin yolu… Eğer ülkemize AB standartlarında bir demokrasiyi getireceksek biz hukuk sistemimizi darbe hukukundan arındırmak zorundayız. 

Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak öteden beri gerçekten de çağdaş anlamda demokrasiyi savunuyoruz. Savunmak zorundayız. Geleceğimiz için bu çok önemli bir düşünce ve bu düşüncenin de siyasi yelpazenin neresinde yer alırsa alsın demokrasiyi savunanların ortak düşüncesi olarak ortaya çıktığını görüyoruz. O zaman biz demokrasiyi savunacağız ve batı standartlarında AB’ye üye olmak istiyoruz. En azından o standartlarda bir demokrasinin Türkiye’ye gelmesini istiyoruz. Ve bunu söylerken de şunu ifade ediyoruz, neden bizim insanımız üçüncü sınıf bir demokrasiye mahkum ediliyor? Yani bizim de birinci sınıf demokrasiyi kazanma, yakalama hakkımız yok mu? Yani bu ülkenin insanları gerçek anlamda batılı bir demokrasiyi yaşamak istemiyor mu? Bu da bizim sorularımız, ama yanıtlarını beraber bulacağız. Evet hakkımız birinci sınıf demokrasiyi yakalamak, birinci sınıf demokrasiyi hayata geçirmek ve bunun için mücadele etmek. Mücadeleyi yaparken de klasik ayrımın tamamen dışında, sağ, sol vs. hangi ayrım yapılırsa yapılsın demokrasiden yana olan bütün güçlerin bir araya gelip önce bir demokrasiyi inşa etmemiz gerekiyor. Bunun mücadelesini vermemiz gerekiyor.

Öner Günçavdı Hocamız şöyle bir cümle kurdu, “sanayileşme açısından bozulan ekosistemi düzeltmemiz lazım. Türk ekonomisi değer yaratma açısından içe döndü.”

Değerli arkadaşlarım, inşaat sektörünün ve tarımın verimsiz olduğu ifade edildi akademik dünya tarafından. Hemen hemen bütün konuşmacılar; tasarrufların, kaynakların büyük ölçüde inşaat sektörüne kaydığını ve ekonominin böyle bir çıkmaz sürecin içine sokulduğunu bir şekliyle ifade ettiler. Şu soruyu sormamız lazım. Neden siyasal iktidar, 17 yıldır iktidarda kalan bir siyasal iktidar inşaat sektörünü neden kutsadı? Bu sorunun yanıtını siyasetin finansmanında aramamız gerekiyor. Siyaseti hangi sektör, kim finanse ediyor? Eğer rant siyaseti finanse ediyorsa, iktidarın arkasındaki parasal gücü inşaat sektörü sağlıyorsa o zaman siyasal iktidarın iktidarını sürdürmesinin yolu bu süreci desteklemekten geçiyor. Nereye kadar? Çıkmaz noktaya gelinceye kadar. Bugün geldiğimiz nokta iktidarın çıkmaz sürecin içine girdiği noktadır.

Değerli arkadaşlarım, yolsuzlukların da içselleştirildiğini bu süreç içinde görüyoruz. Yolsuzluklar üzerinde de akademik dünya kısmen durdu. Keşke mümkün olsaydı da yolsuzluk konusunda ayrı bir toplantı yapabilseydik. Toplum neden yolsuzluklar konusunda büyük ölçüde duyarsız hale getirildi? Öyle bir noktaya taşındı ki devleti yöneten kişinin yani devlet başkanının yolsuzluklardan pay alması bile makul karşılanmaya ve bu konuda yazılar yazılmaya başlandı. Gönül isterdi ki, akademik dünya yolsuzluklar konusunda çok daha kapsamlı ve derinlikli araştırmalar yapabilsin.

İhale yasasından söz ediyoruz, ihale kanunlarındaki değişikliklerden söz ediyoruz. Aslında yasaya bile gerek yok, yasaya bile gerek hissetmiyorlar. Ben yaparım diyor, karşımda hangi güç olabilir diyor. Örnek mi istiyorsunuz tank palet fabrikasını örnek olarak vereyim size. Özelleştirme kapsamına alındı mı? Alındı. “Özelleştirme değil bu kararname var özelleştirme yasasına göre yapıldı” dendi. Satıldı mı? Hayır. Çünkü satılsa karşılığında bir para alınacak. Kiralandı mı? Hayır. Kiralansa karşılığında bir kira bedeli alınacak. Ne oldu? 20 milyar dolarlık değeri olan bir fabrika 25 yıllığına bedava verildi, 5 kuruş alınmadan. Kimin parası? 82 milyonun. Toplumda kim duyarlı, hangi kesimler duyarlı toplumda bu konuda? Müslümanlığı savunanlar var, Müslümanız diyenler var. Yolsuzluk nedir peki kardeşim, bu kul hakkı yemek nedir peki? Etik değerler... Güzel etik değerleri savunalım. Siyasetçinin hesap vermesi gerekiyor, doğru. Siyasetçinin hesap vermesi gerekiyor, niçin? Kamu kaynağını harcadığı için. Siyasetçi hesap veriyor mu? Hesap vermeye gerek bile duymuyor. Gerek bile duymuyor buna. Siyasetin yozlaşmasının temelinde de zaten bu var. Ben istediğimi yaparım, kimse bana hesap soramaz. İstediğim kararları alırım, hiç kimse bana hesap soramaz. Hukuki altyapısı oluşturuldu mu? Büyük ölçüde oluşturuldu. 17 yıllık süreç içinde yolsuzluklardan hesap sorulmamasının bir anlamda hukuki altyapısı da oluşturuldu.

Serdar Sayan Hocamız, kayıt dışılıktan söz etti ve bunun büyük bir sorun olduğunu ifade etti. İnşaatta rantı yaratan nedir? Büyük ölçüde kayıt dışılıktır değerli arkadaşlar. Neden? Tapu kayıtlarında yer alan değerlerin yüzde 90’ı doğru değil. İster arsa alın, ister bina alın, ister daire alın, ister gecekondu alın, ister köyden arazi alın tapu kayıtlarının yüzde 90’ı doğruyu yansıtmıyor. O zaman sistem zaten kayıt dışı üzerine inşa edilmiş. En büyük rant buradan, en büyük gelir buradan. Kazandığınız rant zaten resmi kayıtlara hiçbir zaman yansımıyor. Yansıtılmıyor da zaten. Siyasal iktidar da bunu böyle istiyor. Çünkü oradan besleniyor. Beslendiği bir kaynağı kurutmak istemez.

Kayıt dışılık aslında üzerinde durulması gereken temel konulardan birisidir. Mademki biz yeni arayışları gündeme getiriyoruz ekonomide, o zaman bunun üzerinde biraz ayrıntılı durmamız gerekiyor. Bir ekonomide kayıt dışılık var, istihdamda kayıt dışılık onun bir alt bileşeni olan istihdamda kayıt dışılık dört şekilde ortaya çıkıyor. Bir; kişi zaten tümüyle kayıt dışıdır. Çalışıyor ama hiçbir yerde kaydı yok. İki; çalışıyor, kayıtlı, 30 gün çalışıyor 15 gün gösteriliyor. Yani prim ödeme gün sayısında kayıt dışılık var. Üç; aldığı ücrette kayıt dışılık var. Yüksek ücret alıyor, resmi kayıtlarda asgari ücret. Yani ayda diyelim ki, 7 bin lira aylık alıyor ama resmi kayıtlarda 2 bin 20 lira görünüyor. Bir dördüncüsü; iki ve üçü birlikte bünyesinde taşıyor. Hem yüksek ücret alıyor, hem prim ödeme gün sayısı düşük gösteriliyor ve böylece kişi bir şekliyle geleceğini sağlıklı bir şekilde inşa edemiyor.

Vergi kaçırmanın bir maliyeti var, bir toplumsal maliyeti var. Ama kişiyi kayıt dışı bırakmanın hem toplumsal maliyeti var, hem doğrudan doğruya bireysel maliyeti var. O kişinin geleceğini elinden alıyorsunuz. Sadece onun mu? Hayır ailesinin de. Çünkü o kişi kayıtlı çalışırsa hem o, hem ailesi belli bir sosyal güvenceye kavuşmuş olacak. Bu konu üzerinde de aslında ayrıntılı durmak lazım; yolu, yöntemi nedir? Sendikalaşmadan söz edildi. Sendikalaşmanın büyük ölçüde yitirildiği, o felsefenin de büyük ölçüde yitirildiği bir şekliyle dile getirildi. İstihdamda kayıt dışını önlemenin en etkin yolu sendikalaşmadır, çünkü bir iş yerinde sendikalaştığınız zaman kaç kişinin çalıştığı, kişilerin ne kadar ücret alacağı toplu sözleşmelerle bellidir ve dolayısıyla süreç kendi içinde gayet rahat bir şekilde yürür. Ama bu Türkiye’de yok değerli arkadaşlarım.

Ar-Ge’den söz edildi. Araştırma, geliştirme ve teknolojinin desteklenmesi gerektiği de ifade edildi ekonomide yeni arayışlarda. Hatta bazı akademisyen arkadaşlarımız Türkiye’nin ürettiği malların daha çok Ortadoğu’ya hitap ettiğini, Avrupa’ya hitap edecek malların katma değerinin daha yüksek olması gerektiği ve bu konuda özel çaba harcanması gerektiği de ayrıntılı bir şekilde dile getirildi. Mülkiyet haklarından söz edildi ve dolayısıyla Türkiye’nin bu alanda Ar-Ge’ye daha fazla kaynak ayırması gerektiği ifade edildi. Bunu hepimiz biliyoruz aslında. Kaynak ayırmayan kim? Siyasi irade. Gerek duymuyor. İnşaat gibi beslendiği bir kaynak varsa neden Ar-Ge’ye kaynak ayırsın?

Daha önemli bir şey ifade edeyim. Acaba gerçekten Türkiye’de var olan 100’ün üstündeki üniversite gerçek anlamda üniversite mi? Katma değeri yüksek ürünü nasıl üretirsiniz? Üniversite bilgi üretecek ki sanayici üretilen bilgiyi elle tutulan teknolojik objeye dönüştürsün. Üniversite bilgi üretmezse katma değeri yüksek ürünü nasıl üreteceksiniz? Üniversiteler bilgi üretebiliyor mu? Neredeyse bilgi üretmesi yasaklandı. Farklı düşünen, hele hele siyasal iktidarın düşündüğü paralelde düşünmeyen akademisyeni eğer siz kanun hükmünde kararnamelerle üniversiteden atıyorsanız, o üniversite nasıl bilgi üretecek? Türkiye’nin en saygın üniversitelerinde öğrenciler gösteri yaptı diye orası düşmanlaştırılırsa ve bir korku egemen kılınırsa üniversitelerin üzerinde, üniversiteler nasıl bilgi üretecek? Ve akademik dünya özgürce düşünmek ve araştırmak için Türkiye’yi değil de yabancı bir ülkeyi tercih ediyorsa oturup hep birlikte düşünmemiz gerekiyor. Birlikte derken akademik dünyayı kastetmiyorum. Bu ülkenin çiftçisi de düşünecek, esnafı da düşünecek. En büyük zararı onlar görüyorlar çünkü. Sanayicisi de düşünecek, işsizi de düşünecek, sendikacısı da düşünecek. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Bu felsefeyi de bir tarafa bırakacağız. Sana dokunmuyor ama arkadaşına dokunuyor. Bugün ona dokunan yarın sana da dokunacak. Eğer bugün bir ekonomik kriz yaşıyor ve bu toplumun dokularına sinmişse kayıtsızlığımızdan kaynaklanıyor büyük ölçüde. İş dünyasının kayıtsızlığından da, akademik dünyanın kayıtsızlığından da, esnaf dünyasının, çiftçi dünyasının, emek dünyasının kayıtsızlığından da kaynaklanıyor.

Değerli arkadaşlarım, mülkiyet hakları… Ben söylediğim zaman çok kızıyorlar, bu ülkede hiç kimsenin can ve mal güvenliği yok ki. “Siz Türkiye’yi dünyaya ihbar ediyorsunuz…” Neden? Kimsenin can ve mal güvenliği yok dediğin için. Evet yok. Benim var dememle eğer can ve mal güvenliği olacaksa bir sorun yok zaten. Ama yok. Her an herkes tutuklanabilir mi? Tutuklanabilir. Her an herkes gözaltına alınabilir mi? Alınabilir. Dosyanıza gizlilik kararı konabilir mi? Her an konabilir. Avukatınız bile neden gözaltına alındığınızı öğrenebilir mi? Öğrenemez. Bu hukuk sistemi var mı? Var. O zaman siz hangi can ve mal güvenliğinden söz edeceksiniz? Can ve mal güvenliğinin teminatı ne? Bağımsız yargı. Var mı bu ülkede bağımsız yargı? Hayır yok. Cumhurbaşkanının bir sözcüsü var, soruyorlar “belediye başkanları açığa alındı, yerlerine kayyum atandı...” “Onlar suçludur” diyor. Sen hakim misin? Hayır. “Onlar cezalandırılacak” diyor. Sen hakim misin? Hayır. Ama onların cezalandırılacağını saray adına zaten dile getiriyor. Sonra kalkacağız biz bütün dünyaya diyeceğiz ki; Türkiye’de bağımsız yargı var, herkesin can ve mal güvenliği var. İyi de senin sözcün aksini söylüyor zaten. Dolayısıyla can ve mal güvenliğinin olmadığı bir yerde biz yeni arayışların rotasını belirlemeye çalışıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, yine Emek Hocamız dedi ki “kimse önünü göremiyor.” Evet kimse önünü göremiyor. Yarın sabah Türkiye’de ne olacağını zaten kimse bilmiyor. Sadece biz mi? Hayır. Sanayicisi de öyle, esnafı da öyle, çiftçisi de öyle. Kimsenin önüne konmuş bir gelecek hedefi yok. Neden? Planlama yok ki. Eskiden bir Devlet Planlama Teşkilatı vardı. Bugün akademik dünyada görev yapan pek çok arkadaşın bir kısmı buralardan yetiştiler. Toplumun en parlak beyinleriydi bunlar. Toplumun bütün, daha doğrusu ülkenin bütün sorunları masaya yatırılır ve orada çözümler üretilirdi. Bir gelecek hedefi konurdu toplumun önüne. Şimdi böyle bir şey yok. Olmayınca geleceği göremeyeceksiniz.

Değerli arkadaşlarım, Haluk Levent Hocamız’ın “rantın parasallaştırılması gelir dağılımını bozuyor” diye bir cümlesi var. Evet, rantın parasallaştırılması gelir dağılımını bozar. Düzeltmek mümkün mü? Evet, düzeltmek mümkün. Nasıl? Vergi yoluyla. Vergilerseniz sorun çözülür. Peki, vergilemek için ne gerekiyor? Siyasi irade gerekiyor. Siyasi irade ranttan besleniyorsa, yani siyaset, yani iktidar inşaat rantından besleniyorsa, finansman oradan sağlanıyorsa doğal olarak o alan vergilenmez veya çok düşük bedelle vergilenir. Bu da önümüzdeki başka bir acı tablo değerli arkadaşlarım.

Kapsayıcı ekonomiden söz ettik. Eğitimin ne kadar değerli olduğundan hocalarımız, akademik dünyadaki hocalarımız da söz ettiler. Doğru eğitim kişiye sınıf atlatır. Ama bir sitemimi etmekten de kendimi alamıyorum. 4+4+4 sistemi geldi parlamentoya. Bu kanun teklifini veren 5 milletvekilinin hiçbirisi eğitimci değil. Ve bu kanun teklifi yani bu görüş 4+4+4 kalkınma planlarında yok. O dönemin hükümet programında yok. Bakanlar kurulunda hiç görüşülmedi. Bir kişinin arzusu üzerine kanun teklifi verildi. Parlamentoda mücadelesini yaptık. İsterdik ki akademik dünya da bu konuda çok daha gür ses çıkarabilsin. Kendi çocuklarını eğitimde denek olarak kullanan tek toplumuz, tek ülkeyiz 4+4+4 sistemini getirerek. Kendi çocuklarımızı denek olarak kullandık. Hep şunu söylerim bir daha söyleyeyim, bir ülkeyi geri bıraktırmak istiyorsanız işgal etmenize gerek yok. Tek bir şey yapacaksınız, eğitim sistemini bozacaksınız. Bitti zaten, o ülke zaten geri kalır. Yapılan ne? Yapılanda bu. Ki o dönem ben 4+4+4 parlamentodan çıkmasın diye bu konudaki pek çok insanı davet ettim, toplantılar yaptık vs. falan daha gür bir ses çıkabilsin diye ama olmadı. Eğitim sistemimiz bugün tam bir felaket. Hiç kimse, çocuğunu okula gönderen hiçbir anne ve baba eğitim sisteminden memnun değil. Ve eğitime ayrılan kaynaklar son derece düşük. Asıl kaynak ayırmamız gereken yere gerekli kaynağı ayırmıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, hak temelli sosyal yardım. Doğrudur, sosyal yardımların hak temelli yapılması lazım. Kişinin bunu kendi hakkı olarak görmesi lazım niçin? Çünkü anayasa öyle diyor, 60. Madde “herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir” diyor, “devlet bu hakkı sağlayacak teşkilatları kurar” diyor. O zaman soru şu; bugün yapılan sosyal yardımlar hak temelli yapılıyor mu, yapılmıyor mu? Bugün yapılan sosyal yardımların hiçbirisi hak temelli değil, lütuf temelli. Siyasetin, iktidarın lütfu olarak algılanıyor, Allah razı olsun diyor bana ekmek verdi. Allah razı olsun diyor şunu yaptı, bunu yaptı. Onu hak olarak görmüyor. Böylece sosyal yardımlar iktidarda kalmanın, iktidarını sürdürmenin bir aracı olarak kullanılıyor. Vatandaşın hakkı olarak değerlendirilmiyor. Peki hak temelli bir anlayışa toplumu nasıl taşıyacağız? Sendikalarla, sivil toplum kuruluşlarıyla. Peki sendikalar bunun bilincinde mi? Hayır. Onlar da bu işin bilincinde değiller. Diyeceksiniz ki, çok ağır bir suçlama değil mi bu, sendikalar bile bunun farkında değil. Ağır ben de biliyorum. Ama sendikalar 102 sayılı Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Sözleşmesini dahi bilmiyorlar yeterince. Nedir o? Uluslararası Çalışma Örgütünün Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Sözleşmesi. Parlamento ne zaman kabul etmiş bunu? 1974 yılında. Bizim parlamentomuz 1974 yılında Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarını kabul etmiş. Kişinin doğumundan ölümüne kadar ve ölümünden sonra kalanlara kadar herkesin sosyal güvenliğini hak temelli sağlıyor. Analık sigortası, işsizlik sigortası, iş kazası, meslek hastalığı bütün bunların hepsi var, ölüm bunların hepsi var. 8 sigorta dalı uygulanıyor. 9. sigorta dalı aile sigortası niye uygulanmıyor? Vatandaş sosyal yardımları hak temelli olarak görmesin diye uygulanmıyor. Bunun üzerinde de akademik dünyanın durması lazım. Nedir aile yardımları? Şu, diyelim ki bir kişi işsiz kaldı, yaşlı veya genç. İşsizlik sigortasından ne kadar para alacak? En fazla 10 ay. 11.ay iş bulamazsa geçinemeyecek. O zaman devreye aile sigortası giriyor. Çünkü o kişiyi ve aile bireylerini sosyal devletin koruması lazım. Var mı böyle bir uygulama? Hayır yok. Emeklilik yaşı 65’e çıktı. 60 yaşında kişinin işsiz kaldığını düşünelim. 10 ay gitti işsizlik sigortasından para aldı. Sonra 65 yaşına kadar nasıl geçinecek bu? Birilerine el avuç açarak mı? O zaman devreye aile sigortası giriyor. Emekliliğine kadar onun yaşayabileceği bir güvenceyi sağlıyor ona. Emeklilikte Yaşa Takılanlar, kıyamet kopuyor hakkımızı istiyoruz diye. Emeklilikte Yaşa Takılanların sorunu aile sigortasıyla çözülecek, çözülmek zorundadır. 74’te eğer siz bunu parlamentoda kabul etmişseniz, yıl 2019’a gelmiş ve hala siz bunu dillendirmiyorsanız, hak temelli bir sosyal yardıma karşı çıkıyorsunuz demektir. Olayı böyle değerlendirmemiz gerekiyor.

Değerli arkadaşlarım, bir şey daha Daron Acemoğlu Hocamız söyledi bir arkadaşımızın sorusu üzerine, “sosyal yardımların yapılmasında önce kaynak yaratmamız” diye. Doğrudur, kaynak olmadan ben sosyal yardım yaparım derseniz ekonomiyi bozarsınız. Kaynağı nasıl yaratacağız? Eğer bir sigorta dalı oluşturacaksanız, doğal olarak kaynağını da kendi içinde yaratıyorsunuz. İşsizlik sigortasından nasıl bir kaynak yaratıldıysa ve bugün o işsizlik sigortasını siyasal iktidar nasıl kullanıyorsa - bir fon, önemli bir fon, önemli bir kaynak kullanıyor şu anda - aile sigortası için de kaynak yaratıp dolayısıyla bu sorunu temelden çözebiliriz.

Elbette ki, sosyal yardımların yapılmasında dikkatli olmak gerekiyor. Sosyal yardımların ötesinde Türkiye’nin gerçeğini de çok iyi bilmemiz gerekiyor. Bir rakam vereceğim sizlere. Aylık geliri 673 liranın altında olan kişi sayısı 8 milyon 647 bin 283 kişi. Ben sizlere 1940’lı yıllardan söz etmiyorum 2019’dan söz ediyorum. 2019’un Türkiye’sinden söz ediyorum. Aylık geliri 673 liranın altında olan 8 milyon 600 bini aşkın kişi var bu coğrafyada. Nereden buldunuz bu rakamı diye sorabilirsiniz. Devletin resmi kayıtlarında… Niçin? Çünkü bunların sigorta primini kamu ödüyor aylık geliri 673 liranın altında olduğu için. Peki, aylık geliri bin liranın altında olan dul ve yetimlerin sayısı? Onu da vereyim. 847 bin 643 kişinin aylık geliri bin liranın altında. Peki bu gerçekler geniş kitlelere arzu ettiğimiz ölçüde yansıyor mu? Kişi başına gelir ortalama 9 bin dolarsa neden konteynırlarda çöp toplayan on binlerce fakir fukara kadını görüyoruz, neden? Hepimizin oturup düşünmesi ve sorgulaması gerekiyor değerli arkadaşlarım.

Bugünlerde, daha doğrusu önümüzdeki günlerde asgari ücret belirlenecek. Asgari ücret şu anda 2 bin 20 lira net. Türk-İş’in yaptığı açıklama: Açlık sınırı 2 bin 102 lira. Asgari ücret açlık sınırının altında. Sendikaların, üç konfederasyonun bu konuda bir araya gelmesi bizim açımızdan çok ama çok değerli. En azından asgari ücret konusunda ortak bir strateji belirlemeleri açısından. Devlet kendisi açısından enflasyonu yüzde 22.58 olarak belirledi. Vergi, resim, harç, zam yüzde 22.58 diyor. Ve önümüzdeki süreçte diyor yılbaşından itibaren yüzde 22.58 zam yapacağım diyor. Akıl ve mantık şunu zorunlu kılıyor, o zaman asgari ücrete de en az yüzde 22.58 zam yapılması lazım. Artı bir de büyümeden pay verilmesi lazım, refahtan pay verilmesi lazım. Açlık sınırının altında kimsenin kalmaması lazım. İşçi sendikaları bunu gerçekleştirir mi? Göreceğiz, iktidarın yanında mı duracaklar, işçinin mi yanında duracaklar? Düne kadar hep iktidarın yanında durdular ve o iktidar aldı bunları açlık sınırının altındaki bir asgari ücrete mahkum etti. Umarız bunu aşarlar ve asgari ücretin de vergiye tabi olmaması lazım veya alınacaksa yüzde 1 sembolik vergi alınsın.

Değerli arkadaşlarım, akademik dünyamızın saygıdeğer hocaları, eleştiri güzel bir şey, bir sürü veri var eleştireceğiniz. Peki biz ekonomide yeni arayışları hangi eksene oturtmak zorundayız, hangi stratejiyle yola çıkmak zorundayız? Refahı kucaklayan, refahı önceleyen, sosyal devleti güçlendiren hangi stratejiyi izlemeliyiz kısaca bundan söz etmek isterim.

Dört ayaklı bir stratejiye ihtiyacımız var.

Bunlardan birincisi şu, demokrasi ve hukukun üstünlüğü olmazsa olmaz. Güçler ayrılığı ilkesinin olduğu, demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla çalıştığı, yargının bağımsız olduğu, düşüncenin özgürce ifade edildiği, düşüncesini ifade etti diye hiç kimsenin hapislere atılmadığı, seçilenlerin görevlerinin başında olduğu, merkezi yönetimin kayyum atayarak halkın iradesine darbe vurmadığı bir demokrasiye ihtiyacımız var. Ne ölçüde? Üyesi olmaya çalıştığımız AB’nin öngördüğü standartlarda. Yani birinci sınıf demokrasiye. Yani herkesin kitapçığı eline aldığında bu benim anayasamdır dediği yeni bir anayasaya ihtiyacımız var. Darbe hukukundan arınmış yeni bir anayasaya ve yeni yasalara ihtiyacımız var. Bu sağduyuyu toplumun bütün kesimleri göstermek zorundadır. Bu işin sağı, solu yoktur onu da söyleyeyim. Bu iş çünkü insan temelli, hak temelli bir iş. Sağcılar için şöyle, solcular için böyle, dinciler için böyle, dinsizler için böyle yok öyle bir şey. Bu ülkede yaşayan herkesin huzur içinde yaşamasını istiyoruz.

Demokrasi, adalet, hak, hukuk dediğimiz bu temeli inşa etmek zorundayız. Belki de önümüzde şöyle bir fırsat var. Belki de tarihimizde ilk kez bütün tarafların katılımıyla yeni bir anayasayı yapma sürecini başlatacağız. Hiç kimsenin dışlanmadığı, benim düşüncelerimi almadılar demediği yeni bir süreci başlatmak zorundayız değerli arkadaşlarım. Ve tabi bu yapılırken siyaset kurumunun halka hesap vermesini de dikkate almak zorundayız. Yani kamuda saydamlık. Hastane yapıyoruz diyorlar, şehir hastaneleri, yapın. Havaalanları yapıyoruz, yapın. Köprüler yapıyorsunuz, yapın. Bir soru soruyoruz: Kaça yaptınız? Yanıtını alamıyoruz. Eğer siyaset kurumu, hak temelli olarak benim sorduğum bir sorunun yanıtını sade bir vatandaş olarak bana vermiyorsa orada bir sorunumuz var demektir. Orada siyaset kurumu bir yerlerden yasadışı besleniyor demektir. Kaça yaptın? Hastane yapıyoruz… Güzel kaça yaptın? “Devletin cebinden beş kuruş para çıkmayacak….” Bakıyoruz bütçeye devletin cebinden milyarlar çıkıyor. Garantiler var. O zaman demek ki demokrasi derken, hak, hukuk, adalet, yargı bağımsızlığı derken devletin de saydamlaşması, siyaset kurumunun da saydamlaşması lazım. Siyasetçinin hesap vermesi lazım. Bunlardan eğer siyasi ahlak yasasını çıkarabiliyorsak bu ülkede o zaman önemli bir adımı atmış olacağız.

Demokrasiyi sağladık diyelim, ikinci önemli adımı atmak zorundayız stratejimizin ikinci önemli adımı üreten Türkiye. Türkiye’nin üretmesi lazım. Üreten Türkiye derken fabrikalarda üretmekten söz etmiyorum sadece. Hayatın her alanında üretmek zorundayız. Yani alın teri dökmek zorundayız. Fabrikada üreteceğiz, tarlada üreteceğiz, üniversitede bilgi üreteceğiz, sinemada üreteceğiz, sanatta, kültürde bütün alanlarda üreteceğiz. Sadece ürettiğimiz mallarla değil ürettiğimiz sanat eserleriyle de, kültürle de dünyada söz sahibi olmalıyız. Yani devletin yumuşak gücünü bütün coğrafyalara dağıtmak zorundayız. O açıdan üretmek çok değerlidir. Tüketen bir topluma dönüştük. Başkalarının ürettiğini tüketen bir topluma dönüştük. Neyle başladı bu? Tarımda yardımla başladı. Toprak ekmeyene teşvik verdik. Toprağını ekmeyene verdik ekene değil. Ekmeyene para verdik. Şimdi iki Trakya büyüklüğünde alan Türkiye’de ekilmiyor. Zaten ekse de zarar ediyorum diyor. Batının egemen güçlerinin 82 milyonu kim doyuracak kavgası var. Biz çünkü kendi karnımızı doyuramaz noktaya geldik. Üreten Türkiye bu açıdan önemli. Ve üniversiteler bilgi üretmeli, yoksa siz katma değeri yüksek ürün üretemezsiniz. Bunu yapacak olan üniversiteler. Laboratuvarlarıyla, insanlarıyla, birikimleriyle, deneyimleriyle yeni bilgiler üretecekler, yeni arayışlar çıkacak ortaya.

Öğrenciliğimde Hamza Eroğlu Hocamızın - Allah rahmet eylesin vefat etti - Devrim Tarihi diye bir kitabı vardı, son sınıflarda okutulurdu. Orada okuduğum bir bölümü, bir anekdotu hayatım boyunca hiç unutmadım. Olay şuydu, yazan şuydu daha doğrusu. İkinci Dünya Harbi Almanya yerle bir edilmiş, taş taş üstünde kalmamış, Amerikalı general döner Alman generale şunu söyler, “Almanya’da taş taş üstünde kalmadı, siz kolay kolay sırtınızı doğrultamazsınız.” Alman general ona şu tarihi yanıtı verir: “Evet Almanya’da taş taş üstünde kalmadı doğrudur ama bir şeyi sakın unutmayın Almanya’nın üniversiteleri ayakta.” Ve o üniversiteler bugünkü Almanya’yı yarattı. Peki, biz? Siyasal iktidarlar üniversiteyi düşman olarak görmeye başladılar. Üniversitesine ihanet eden bir siyasal anlayış olabilir mi? O zaman bu ülkeyi nasıl büyüteceğiz, nasıl söz sahibi yapacağız, nasıl güçlü kılacağız? Önümüzde duran temel sorulardan birisi de bu. Dolayısıyla üniversitelerin güçlü olması. Planları kimle yapacağız? 50 yıllık, 100 yıllık planları kimle yapacağız? Geleceği düşünen, üniversitelerden iyi yetişmiş, dünyayı gözleyen kişilerle yapacağız bu planlamaları. Devlet Planlama Teşkilatını kapattılar. Niye kapattılar? Emin olun birilerinin telkiniyle kapattılar. Orayı normal bildiğimiz devlet dairesine dönüştürdüler bir süre sonra da tamamen kapattılar. 21.yüzyılda plansız geçirdiğimiz dönem oldu.

Değerli arkadaşlarım, dolayısıyla üreten Türkiye’ye odaklanmamız lazım stratejinin ikinci ayağı.

Üçüncü ayak; güçlü bir sosyal devlet inşa etmek zorundayız. Niçin? Eğer bir toplum üretiyor, demokratik standartlarını hayata geçiriyorsa o zaman güçlü bir sosyal devlete ihtiyacımız var. Hiç kimsenin aç ve açıkta kalmadığı, herkesin bir gelecek güvencesinin olduğu güçlü bir sosyal devlete ihtiyacımız var. Aksi halde toplumda huzur olmaz. Toplumda huzur olması için herkesin karnının doyabileceği bir mekanizma olması lazım, bir yapılanma olması lazım. Güçlü bir sosyal devleti böyle sağlayacağız. Nasıl? Eğitimle… Eğitime kaynak ayıracağız. Gerekirse boğazımızdan keseceğiz ama eğitime kaynağı ayıracağız.

Bakın şunu da ifade edeyim. Türkiye’de 82 milyon yaşıyoruz. Hiç kimse görüşü, inancı, kimliği, yaşam tarzı ne olursa olsun hiç kimse eğitime para ayırmayın demiyor arkadaşlar. Ne kadar ayırırsanız sadece alkışlıyor. Sınıf atlatmak istiyorsak bir topluma, bir kitleye, bir ülkeye kesinlikle eğitime iyi para ayırmak zorundayız. Bu aynı zamanda güçlü bir sosyal devletin de teminatıdır. Sencer Ayata Hocamız söylerdi, “eğer Türkiye’de herkes ortaokul mezunu olsaydı bugün yoksulluk bu düzeyde olmazdı” diye. Doğru. Kişi düşünecek, geleceğini düşünecek, geçimini düşünecek, neyi nasıl yapacağını bilecek. Eğer bunu yapabilirsek, eğitimle topluma sınıf atlatabilirsek farklı bir Türkiye’yi inşa etmiş olacağız. Güçlü sosyal devletin en önemli ayaklarından birisi hocalarımın da ifade ettiği gibi hak temelli sosyal güvenlik, yani sosyal devlet benim gelirimin olmadığı dönemde benim güvencemi sağlayan devlettir demek gerekiyor. Ki, Anayasa Mahkemesinin bu konuda çok ama çok sayıda kararında sosyal devlet tanımı da var. Ama dediğim gibi çoğu zaman bunların tamamını unutabiliyoruz.

Ve stratejinin dördüncü ayağı; hocamız ne demişti, “bir süre iyiye gidiyoruz, sonra birden bire kötüye, kötüye gittikten sonra yeni bir sayfa açıyoruz.” Bu ne demektir? Sürdürülebilirlik kavramının hafızalarımızda olmaması demektir. Siyasetin Türkiye’nin büyümesi yönündeki sürdürülebilir politikayı izlememesi demektir. Sürdürülebilirliği yani demokrasi çünkü süratle değişen bir kavram. Teknoloji, Ar-Ge, üniversiteler bunlar da sürekli gelişen alanlar. Sosyal devlet o da gelişen bir alan. Bunların dünyadaki gelişmeleri izleyip sürdürülebilirliğini sağlamamız lazım. Onun ölçüsü nedir? Birincisi yolsuzluklarla mücadeledir. Hangi siyasal iktidar gelirse gelsin, Türkiye’yi kim yönetirse yönetsin yolsuzluklar konusunda duyarlı bir toplum yaratmak zorundayız. Çünkü yolsuzluk her birimizin cebinden çalınan para demektir. Her birimizin alın terinin çalındığı bir süreç demektir. Yolsuzluk aynı zamanda siyasette iktidar olanların gelip de açtıkları beyaz sayfanın aşama aşama kirlenmesi demektir. Yolsuzluklar konusunda hepimizin duyarlı olması lazım.

Bu konuda atılacak en önemli adım siyasi ahlak yasasının çıkmasıdır. Esnafın yasası var ahilik kuralları. Doktorların var, avukatların var, devlet memurlarının var, üniversite hocalarının herkesin var. Kuralı olmayan alan siyaset. Her şeyi yapabilirsiniz. Yolsuzluk yapabilirsiniz çünkü hesap vermenize gerek yok. Siyasette etik değerler hiç yok. İstediğiniz kadar yalan söyleyebilirsiniz hiçbir şey olmuyor. Siyasi etik kanunu mu dersiniz, siyasi ahlak kanunu mu dersiniz bu yasanın mutlaka çıkması lazım sürdürülebilirliği sağlamak açısından. Yani her seferinde geldik iktidara yeni bir beyaz sayfa açıyoruz dememek için. Ne demek beyaz sayfa açıyoruz? Yani bu ülke yeni mi kuruldu?

Başka? Devlette liyakat. Liyakatin sağlanması lazım. Devlet bürokrasisinin partilileştirilmemesi lazım. Bilgi, birikim ve beceriye göre insanların yükselmesi lazım, kademe alması lazım. Sadakate göre değil bilgiye göre, birikime göre. Liyakati yok ederseniz bütün kötülüklerin kapısını aralamış olursunuz. Şu cümleyi kullanmıştım bana çok kızmışlardı:  “Devleti yönetmek aslında çok kolaydır” demiştim. Niçin? Devlette görevli olanların her birisinin görevi tanımlanmış zaten. Üstelik yasalarla. Genel müdürün görevleri belli mi? Evet. Devletteki herhangi bir genel müdürün görevleri bellidir. Odacının belli mi? O da bellidir. Şube müdürünün? O da bellidir. Daire başkanının bellidir. Herkesin görevi bellidir. Herkesin görevi yönetmeliklerle, kararnamelerle, kanunlarla belirlenmiştir, anayasayla belirlenmiştir. Herkes görevini yaptığı zaman zaten bir sorun kalmıyor ki. Peki, sorun nerede? Bürokratın görevini sağlıklı yerine getirmesini engellemekte. İktidar olanlar diyorlar ki, şu ihaleyi şuna vereceksin. Yasa öngörmüyor bunu. Olsun, sen yap ben seni korurum. Ve böylece yolsuzlukların kapısı aralanıyor.

Yanlış hatırlamıyorsam Almanya’da 4 - 5 ay hükümet kurulmadı. Hatta Belçika’da 1 yıldan fazla hükümet kurulmadı. Hiç kimse Belçika mahvoldu, efendim Almanya mahvoldu diye bir şey söylemedi. Her şey tıkır tıkır yürüyordu. Neden? Devlette liyakat vardı, her bürokrat görevini yapıyor. Başta Başbakan mı, Cumhurbaşkanı mı kim olursa olsun herkesin görevi var ve herkes görevinin başında. Yasalar neyi öngörüyorsa o çerçevede yapıyor. Biz yasaları bile tanımayan bir süreci başlattık. Parlamento şu anda bizim anladığımız anlamda bir parlamento değil. Farklı bir parlamentomuz var şu anda. Bir kişinin iradesini gerçekleştirmek üzere oluşturulan bir parlamento var.

Ve eğitimde kalite… Sürdürülebilirlik açısından bu da çok önemli.

Bütün bunları anlatırken hiç kimse sakın ola ki umutsuzluğa kapılmasın, yok öyle bir şey. Gerçekten de biz bu ülkeyi büyüteceğiz. Kim ne derse desin, hangi baskılar gelirse gelsin Türkiye’yi çağdaş uygarlığa çıkarma sorumluluğumuz var. Kimin, benim mi? Hayır, hepimizin. Bu mücadele bireysel bir mücadele değil. Birlikte mücadele edeceğiz. Cumhuriyeti kurduk doğru. Ama şimdi bu cumhuriyeti gerçek anlamda bir demokrasiyle taçlandırmak zorundayız. Bu tarihin bize yüklediği bir sorumluluktur.

Toplum öyle bir noktaya geldi ki, demokrasiye aç. Öyle bir noktaya geldi ki, gerçekten de ekonomik olarak da aç. Öyle bir noktaya geldi ki, düzgün siyasetçi istiyor. Öyle bir noktaya geldi ki, harcadığı her kuruşun hesabını veren bir siyasetçi istiyor. Saydam bir yönetim, üniversitelerinin bilgi ürettiği bir toplum. Bütün bunları yapmak zorundayız. Birlikte yapacağız. Hiçbir endişem yok bu konuda. Sadece biraz zamana ihtiyacımız var. Niçin? Seçimler bizim belirlediğimiz tarihte değil yasaların öngördüğü tarihte olacak. Biraz sabredeceğiz. Yerel yönetimlerde elde ettiğimiz başarıyı genel seçimlerde de elde edeceğiz. O Beyefendiyi aşağıya indirmek bizim boynumuzun borcudur. Biz bunu yapacağız. Bu kadar sıkıntıya bizim tahammülümüz yok. Yazıktır, günahtır. Topluma yazıktır, günahtır, üniversitelere yazıktır, günahtır, bilim insanlarına yazıktır, günahtır. Bir cenderenin içine nasıl bilgiyi alabilirsiniz, bilim insanını alabilirsiniz, sanatçıyı alabilirsiniz, aykırı düşünen herkesi düşman ilan edebilirsiniz? Vatandaşın seçtiği belediye başkanına nasıl olur da ertesi gün seni görevden alıyorum dersiniz ve oraya atamayla gelen birisini getirirsiniz? Parlamentoda söylemiştim, eskiden Cumhurbaşkanları bir yere gittiği zaman seçimle gelen TBMM Başkanı vekalet ederdi. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti devletine atamayla gelen bir kişi vekalet ediyor. Demokraside geldiğimiz noktayı görüyor musunuz? Millet iradesinin nasıl yok edildiğini görüyor musunuz? Biz bunu referandum öncesi söylediğimizde “yok canım öyle şey olmaz…” Şimdi vatandaş bunların tamamını görmeye başladı. Demek ki doğruları söylüyoruz.

Yeni bir umut ve yeni bir heyecanla birlikte güzel şeyler yapacağız. İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinde nasıl söylediysek “her şey çok güzel olacak.” Biraz sabır, biraz sabır, biraz sabır... Hep beraber güzel şeyleri yapacağız ve Türkiye’yi çağdaş uygarlığa ulaştıracağız.

Hepinize yürekten teşekkür ediyorum.

 

 

HABER MERKEZİ

Haberler

Yorumlar

Bu habere henüz yorum yapılmamış. İlk yorum yapan siz olun.

Yorum Yaz